26 Kasım 2007 Pazartesi

Facebook dedikleri şey...


Bugünlerde herkesin dilinde bir “facebook” kelimesi dolaşıyor ki internetle uğraşıp da duymayanınız kalmamıştır sanırım. Sonunda “Nedir bu facebook?” diye sahte bir isimle adresi tıklayıp şöyle göz ucuyla baktım. Adını ilk duyduğumda klasik arkadaş edinme sitesi olarak düşündüğüm ama yanıldığımı sonrasında yaşadığım duygu fırtınasıyla anladığım ender durumlardan birisiydi bu. Duygu fırtınası diyorum çünkü yaşadığım o “şey”e başka bir isim bulamıyorum.

Siteye isimler girilip aranılan kişilere ulaşıldıkça, birkaç fotoğraf karesinde kalmış anılar teker teker hayat buluyor. Uzamış, kısalmış saçlar; bıyık ya da sakal eklemeleri aradığınız kişileri tanımanızı engellemiyor çoğunlukla. Neyse ki ilkokul arkadaşlarımın genelini soyadlarıyla hatırladığımdan - bu özelliğimle gurur duyuyorum- siteye kayıtlı olup olmadıklarını bile düşünmeden ilk ismi yazdım arama kutucuğuna. (Bundan sonra “facebook” denildiği zaman bu isim aklıma gelecek eminim.) Veee ilk sırada, aradığım arkadaşımın yıllar önceki halini tıpatıp yansıtan fotoğrafı duruyordu. 89’ yılından 2007’ ye tam 18 yıl, dile kolay… Ama karşımdaydı işte; tek bir kare fotoğraf olmaksızın sadece okul yıllarından hayalimde kalmış, belki de biraz sararmış siluetinden sıyrılıp gerçek rengini kazanarak hem de… Bütün tüylerimin diken diken olduğu ender, güzel anlardan birisiydi bu. Tebessüm ederek uzun uzun fotoğraftaki yüze baktım, gülümsemesine, sonra saçlarına… Ki hala uzun saçtan vazgeçmediğini gördüm; derken gözlerimin dolduğunu hissettim. “Zaman su gibi akıp geçiyor” düşüncesi burnumun direğini sızlattı o an. “Demek ki büyüme yaşlarımız bitti, olgunlaşmaya başlıyoruz.” dedim kendi kendime.

Sonra kalbimin heyecanı, parmaklarımı etkisi altına almadan bir isim daha yazdım mucize kutusuna. Bu defa karşıma aynı isme sahip, listelenmiş bir sürü kişi çıktı. Bazılarında fotoğraf yoktu ama baktıklarım çocukluk yıllarımı geçirdiğim kişiye pek benzemiyordu. Sayfaları tıkladıkça onun kayıtlı olmadığını düşünerek umudumu yavaş yavaş yitiriyordum ki... İşte! Aradığım ikinci arkadaşım da ekrandaki yerini almıştı. İnanılmaz mutluydum ve kendimle garip bir şekilde gurur duyuyordum. O an “arkadaş listesi” diye bir bölümün olduğunu fark ettim sağ tarafta. Merakla tıkladım ve listede aradığım 7 arkadaşımın zaten kayıtlı olduklarını gördüm. Benden önce birbirlerini bulmuşlardı demek...

Ayrıca burada önemli olan sadece arayan değil aranan kişinin de arkadaşını unutmamış olması gerektiğiydi. İşte o an, daha fazla tutamadım kendimi… Bunun sebebi de daha içeriğini öğrenmeden burun kıvırdığım, aklımın köşesinden dahi geçmeyecek bir yolla arkadaşlarımı bulmamı sağlayan bir siteydi. Bana bu unutulmaz anı yaşattığı için site yaratıcısı Mark Zuckerberg’ e en azından kendi adıma teşekkür ediyorum.

Son bir söz:
İsim hafızanız ne kadar kuvvetli olursa olsun eğer aradıklarınız kayıt yaptırmamışsa çabalarınızın boşa gitmesini engelleyemiyorsunuz. Siz aramak niyetinde değilseniz bile lütfen bunu, sizi bulmak isteyen sevenleriniz adına bir kez daha düşünün…

25 Kasım 2007 Pazar

Prometheus'un Gücü


Tarihin içinde yolculuk yapmaya bayılırım… En çok da mitolojik kahramanlar ve hikâyeleri etkilemiştir beni… Bazen gerçek hayatla bağlantı kurmak, onları günümüzdeki kimliklere büründürmek işin eğlenceli kısmıdır. Sizlere Grek mitolojisinde anlatılan bir hikâyeden bahsedeceğim…

Mitolojide Zeus’un en kızdığı garip yaratıklar yani Titanlar kötülüğün temsilcisi olarak bilinir. Zeus’un oğullarından olan Zagreus’un Titanlar tarafından parçalanması sonucu öfkelenen baş tanrı Zeus, yıldırım oklarını titanlara savurarak onları yerde kül haline getirir… Bu külün üzerine yağan yağmurlar onu bir bulamaca çevirmiştir. Sonra Zeus un yarı kardeşi yarı oğlu olan Titan Prometheus ( bu panteonun sapıkça ilişkilerle dolu olduğunu da eklemek gerekiyor)gelir oraya. Önündeki bulamacı bir insan biçimine sokar. İşte mitolojide insan böyle yaratılmıştır. Kimi yazarların sorduğu biz insanların içinde neden aynı anda kötülüğün ve iyiliğin olduğu sorusunun cevabı da buradadır. Çünkü insanlar, iyiliğin temsilcisi Zagreus ve kötülüğün temsilcisi Titanlar tarafından yaratılmıştır. Prometheus daha sonra demirci tanrısı Hepaistos’tan ateşi çalarak insanlara vermiştir. Bu yüzden de Zeus’un gazabına uğrayarak bir dağa zincirlenmiştir. Ancak sonunda Prometheus kurtulmuştur. Kimi söylencede onu Herkül’ün kurtardığı, kimisinde ise Zeus tarafından affedildiği söylenir. Bu mitolojik öyküde Prometheus’un insanı yaratmasında eksik bıraktığı çok şey olduğunu görüyoruz. Ah be Prometheus! Şu varlığı yarattın iyi güzel de, ne olurdu içine şiddeti, nefreti, kini, gafleti, haksızlığı koymasaydın. Bak şimdi dünya ne halde…

Günleriniz mitoloji kadar coşkulu ve lirik geçsin efendim… Görüşmek üzere…

İşte buradayım. İnsan yoğuruyorum,
Kendi suretime göre
Bana denk bir soy
Acı çekecek, ağlayacak
Zevk duyacak ve sevinecek,
Ve seni önemsemeyecek
Benim gibi!

24 Kasım 2007 Cumartesi

24 Kasım Öğretmenler Günü



"Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet henüz millet namını almak yeteneğini elde edememiştir. Ona basit bir kütle denir, millet denmez..."

Mustafa Kemal ATATÜRK


19 Kasım 2007 Pazartesi

Biri bana anlatsın...


Diziler, diziler… -Birkaç tanesini tenzih ederek soruyorum.- Yahu nedir şu taksite bağlanmış film kılıklı, uzadıkça uzayan kabak tadındaki bölümler?
Eskiden bir anlamı bir sempatikliği vardı sanki bunların. Yanılıyor muyum? Bir sonraki bölüm üzerine tahminler yapılırdı, ne bileyim ailece bir hafta sonra yeni bölümüyle televizyon karşısında toplanılırdı.
Konuşanların dilini anladığımız, seyrederken kâh gülüp kâh burun kemerini kaşıyormuş gibi göz uçlarından sızan damlaları parmağımızla sildiğimiz buram buram sevgi kokan diziler… Böyle değil miydi en çok sekiz on sene önce izlediklerimiz? Ya şimdikilerin öğretisi ne, bileniniz varsa bana anlatsın. Sevgilisi için seni seviyorum “lan” diye göklere uluyan sözüm ona divaneler, batı tarzı konuşmalarıyla şaşkınlığını: “Oha oldum yani!” diyerek vurgulayan bacılar, “Bütün gerçekleri bana bir bir anlatacaksın!” diye hesap sorup, hemen ardından karşısındaki kişi “Bak izah edeyim.” deyince “Sus sus seni dinlemek istemiyorum!” diyerek izleyeni aptal yerine koyan karakterler…

On beş dakika reklâm, beş dakika dizi harmanıyla hafızaları güçlendirme egzersizi bunların en iyi özelliği. İnkâr etmiyorum, hâşâ! Sonra, sonra… Yahu başka hangi iyi özellikleri var da söyleyeyim bilemiyorum ki… Onların bu çağdaş batı kültürü(?) tarzı yaklaşımlarına ben eski kafalı halimle ayak uyduramıyorum. Ayrıca kullandıkları tabirlerin anlamını anında çevirecek çözücü (dekoder) henüz bulamadım piyasada özür dilerim. Yapılan bunca zengin bütçeli çeşitlemelere rağmen oyunculuk yeteneğini annesinin karnında unutmuş kişileri ekranda gördükçe eski dizileri daha çok özlüyorum ben.

Hani bir şarkı vardı: “Bana bir masal anlat baba içinde denizle balıklar, yağmurla kar olsun güneşle ay...” Böyle başlardı her hafta merakla beklediğim dizi ve gayet makul bir kültürle şifresiz izlerdik ailece…

18 Kasım 2007 Pazar

Kardelenler Solmasın

Binlerce yıldır değişmez kaderidir kadınların erkeklere mahkûm bedeni ve kimliğinin oluşumu… Âdemden bu yana yasak elmayla gelen teslimiyet ne zaman son bulacak bilinmez… İşin en acı tarafı buna “hayır” demeyip “Oh olsun!” gözüyle bakan yine hemcinslerimizin tutumu. Türkiye ve diğer İslam ülkelerinde kadın olmak ve kadınca yaşamak hep zorluklarla bir yaşam süreci getirmiştir… Cinsiyet ayrımcılığı ise bizim toplumda hat safhadadır diyebiliriz. İran’daki kadınların durumu bizdekinden çok daha beter elbette... Biz en azından taşlanarak öldürülmüyoruz… Şimdilik rahatız ama ya bundan sonrasının bir garantisi var mı? Gidişat bunun iyi olmayacağını gösteriyor, bu ara töre cinayetleri hızını kesmiş görünse de eminim ki yine nice cinayetler ve baskılar olmaya devam edecektir. Kadınların en büyük destekçisi yine kadın kuruluşları ve kadın yandaşlar olmalı diye düşünülürken ne yazık ki bu konuda çok da bilinçli davranılmadığını görüyoruz. Zira bu şiddeti uygulayanları da yine kadınlar yetiştirmekte. “Kadın” dediğimiz varlık bu devirde bile okumuyor, eleştirmiyor, düşünmüyor, karşı çıkmıyor. Sindirilmiş ve kabuğuna çekilmiş, örgütlenmeyi ve sosyal bilincini ayakta tutmayı denemeyen, pasifize olmuş; erkek tarafından ne uygun görüldüyse o rolü benimsemiş ve kaderine bir kez bile “Dur!” diyemeden sonlanan hayatlardır kadınlarımız...
Kadınlar önce ne istediklerine ve nasıl yaşamak istediklerine karar verip bu doğrultuda mücadele etmeliler. Özgürlüklerini elde etmelerinin tek yolu da eğitimden geçiyor. Ne kadar zor olsa da, ne kadar imkânsız gibi görünse de bunu başarmaları mümkün. Yeter ki biz tek bir ses, tek bir yürek olmayı gerçekleştirebilelim… Televizyonlardaki salya sümük kadın programlarından, kendimizi esir eden medya çılgınlığından kurtarabilirsek kumdaki başlar ortaya çıkacaktır… “Haydi kızlar okula!” demek yetmiyor, “Haydi kadınlar okumaya, okutmaya ve aydınlanmaya!” Erkek egemenliğinde yaşamaktan uzak, mutlu yarınlara doğru kabuğunu kırmaya…
Unutmayın! Umut hep yanımızda yeter ki taşımaktan yorulmayalım...

14 Kasım 2007 Çarşamba

Geri sayım: Son 5 4 3 2 1 veee...


Yayın hayatına başladığımızın resmidir bu yazı. Hem bloğun içeriğini açıklayacak, hem bendenizi sizlere tanıtacak hem de heyecanımın bir nebze olsun yatışmasını sağlayacak kelimeleri umarım sığdırabilirim şu satırlara. Acaba mümkün olacak mı bu? Bir deneyelim bakalım…

Bir iki kelimeyle bendeniz Aslı; yaşını fotoğraflarda göstermeyen ama nüfus cüzdanındaki yaşını gocunmadan söyleyebilen ikizler burcu baymayanıyım.[Ne zaman başladı bu tikim inanın bilmiyorum ama lütfen bayan kavramını uzak tutun benden :) ] Tam bir İstanbul aşığıyımdır ki bunu zaten ilerleyen günlerde gerek yazılarım gerek fotoğraflarımla sizler de fark edeceksiniz. Kendi çapında hayvan dostu ve Türkçe koruyucusuyum. Yemek yapmakla uzaktan yakından alakam yoktur, bunu da öylesine söylemiyorum puf böreği tarifini harfi harfiyen uygulayan bir insanın yaptığı börek kâğıt biçiminde olursa kendisine başka bir tanımlama yapamaz inanın. Yeniliklere meraklı, burnunu her işe sokan sonra kuyruğunu kurtarmaya çalışan ilginç bir canlıyım sonuçta…

Nerden geldi aklına bu blog merakı demeyin, “kahretsin şu burnum” dersem anlarsınız sanırım :) Herkes kendisini bir şekilde ifade etmek ister birilerine… Konuşarak, yazarak, şarkı söyleyerek, el kol hareketleriyle, blog yaparak… Sonuncusunu ben uydurdum tabiî ki.
Şaka bir yana içeriği kendi elimizde şekillenen bir yaratıcılığı hangimiz istemeyiz ki? İşte bu blog benim gibi düşünenlerin ve ileride böyle düşüneceklerin buluşacağı bir mekân olacaktır umarım. Kolları sıvama amacım budur. Bloğun içeriğini ifade edecek kelimeler ise şunlardır: “Yok yok!” Aklıma gelenler yayın süresince karşınızda olacak zaten, diğer ihtimalin olmaması içinse çok araştırma yapmam ve üzerlerinde çalışmam gerekecek farkındayım. Bana bu zorlu uğraşta destek olacak arkadaşlarım da olacak elbet: Yazarlarımız… İlk olarak, bir şekilde Kaz Dağları’nın havasını solumuş buuuz gibi suyunu içmiş ömründeki bir parça zamanı burada geçirmiş arkadaşlar olacak bu kişiler. Çünkü bloğumuz yayın hayatına Balıkesir’in tatil yöresi Akçay’dan başladı. Gidişatını ise zaman gösterecek şüphesiz.

Yani lafın kısası; ileride bana “Seni hatırlatacak ne yaptın?” diye bir soru sorduklarında vereceğim cevaplardan altını kırmızı kalemle çizebileceğim bir girişimdir bu. Sesimi duyurabileceğim, sesleri duyurabileceğim bir yolculuğun ilk adımıdır bu…

13 Kasım 2007 Salı