29 Aralık 2007 Cumartesi

2008'e Doğru

Yaklaşık 1,5 ay önce
Bilginin ışığıyla
Karanlıkları aydınlatmak;
Biriktirdiklerimizi paylaşmak
Beraber yeni şeyler keşfetmek için
Kalemimizle evinize, gönlünüze misafir olmaya geldik...
İlginizi üzerimizden eksik etmediğiniz için teşekkür ediyoruz…
Sevdiklerinizle birlikte geçireceğiniz
Sağlık ve huzur dolu nice mutlu yıllar dileriz…

24 Aralık 2007 Pazartesi

Okudukça - 1 Kürk Mantolu Madonna


…Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde, “Bu böyle olmayabilirdi!” düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır…(syf: 153)

Çağlar boyu süre gelen, insan neslinin en güçlü ve en zayıf noktalarının birbiriyle savaştığı, galibin de yenilmişin de aslında hep kendisinin olduğu; amaçlar döngüsünde yaşanılan hayatların bir noktada kesişme durumudur AŞK… “O”nun kişilikleri nasıl olgunlaştırdığını, insanı kabuğundan sıyırıp nasıl yeni bir benlik kazandırdığını yalın anlatımla görebileceğiniz bir Sabahattin Ali eseri, Kürk Mantolu Madonna. Kitabın bana göre en önemli özelliği; ilk basımı 1943 yılında yapılmış olan eserin 2005 yılında yayınevinin sadeleştirmeye gitmeden aslına uygun olarak okurlarına ulaştırmasıdır. Olduğu gibi Türkçe, olduğu gibi yaşanılanlar…

…evet, bekledim; hem yalnız sonbahara kadar değil, tam on sene bekledim… Ve bu “güzel” haberi tam on sene sonra öğrendim…(syf: 147)

Herkesin bir Raif tarafı, beklediği bir Maria’sı var mutlaka… Ama kaçımız kabul edebiliyor bunu?

…sonra, bir şey arıyormuş gibi gözlerini yüzümde gezdirerek:
“Berlin’de yalnızsınız değil mi?” dedi.
“Ne gibi?”
“Yani… Yalnız işte… Kimsesiz… Ruhen yalnız… Nasıl söyleyeyim… Öyle bir haliniz var ki…”
“Anlıyorum, anlıyorum… Tamamen yalnızım… Ama Berlin’de değil… Bütün dünyada yalnızım… Küçükten beri…”
“Ben de yalnızım…” dedi. Bu sefer benim ellerimi kendi avuçlarının içine alarak: “Boğulacak kadar yalnızım…” diye devam etti, “hasta bir köpek kadar yalnız…”(syf: 79)

Ben, bu kitabın satır aralarında kırgınlığınızı, tebessümünüzü, özleminizi, acabalarınızı, yani yarım kalmış aşkınızı bulacağınızı garanti ediyorum… “O”nunla yüzleşmeye hazırsanız eğer, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sını zevkle tavsiye ediyorum efendim…

Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz…

Sabahattin Ali kimdir:
25 Şubat 1907'de Eğridere’de doğan, babasının görevi gereği okul yaşamına çeşitli il ve ilçelerde devam eden Sabahattin Ali, Milli Eğitim Bakanlığı’nın açmış olduğu bir sınavla 2 sene Almanya’da eğitim görmüş, Türkiye’ye döndüğünde almanca öğretmenliği görevinde bulunmuştur. Türk öykücülüğünde “toplumcu gerçekçi” anlayışın ilk örneklerini vermiştir
“Leylim ley”, “Aldırma gönül”, “Ben gene sana vurgunum”, “Dağlardır dağlar” bestelenmiş şiirlerinden bazıları olup kendisi daha çok hikâye ve öykü dalına ağırlık vermiştir.
Şiirleri: Dağlar ve Rüzgâr(1934), Kurbağanın Serenadı ve Öteki Şiirlerle birlikte(1937)
Öyküleri: Kağnı(1936), Değirmen(1935), Ses(1937), Yeni Dünya(1943), Sırça Köşk(1947)
Romanları: Kuyucaklı Yusuf(1937), İçimizdeki Şeytan(1940), Kürk mantolu Madonna(1943)

(Resimler, tiyatrom.com sayfasından kaynak gösterilmiştir.)

Yaşamı öğrenme sanatı...

“Tiyatro sanatı; estetik olanın ve estetik olmayanın savaşıdır.” der Profesör Murat Tuncay. Kendisi halen Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölüm Başkanıdır. Haddim olmayarak onun bu dediğine bir ek yapıp “Tiyatro; yaşamı öğrenme sanatıdır” diyorum ben de. Şöyle bir düşündüğümüzde hayat; öğretenin sahneyi kurmasından ve bizlerin de bilincimizi bilinçsizliğe vurduğumuz ama yine de uygulamakta tereddüt etmediğimiz tiyatro bileşenlerinden ibaret. Ta çocukluğumuzdan başlar bu serüven. Önce bir yazar gibi oyunumuzu yaratır ve kurgularız. Ardından bir tasarımcı olup sahnemizi ve dekorumuzu hazırlarız. Sonunda sahneye çıkmaya hazır bir oyuncu oluruz. Önceleri her çocuk gibi doktor – hasta, hırsız – polis kurguları vardır. Biz geliştikçe, sahnelediklerimiz de gelişir. Verdiği haz öyle güzeldir öyle tutkuludur ki tadına doyamayız.

Ancak kişisel gelişimin yanı sıra toplum da değişmekte ve gelişmektedir. Ama bu gelişmede, beklendiği gibi daima daha iyi daha güzel olacak diye bir kural yoktur. Şu an yaşadığımız gibi gerileyebilir hatta daha vahim durumlara, sansüre, zorbalığa maruz kalabiliriz. Bu geriye dönüş bir ülke de en çok modern yaşamı, ardından da sanatı etkiler. Acaba sanata tükürmekten bahsedenler o çocukluk yıllarında ki tiyatral gösterilerini unutmuşlar mıdır? Yoksa asıllarını mı inkâr etmektedirler? Bunu bilmek mümkün değil ama söylenecek tek şey var; Ulu Önder’in de dediği gibi: “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.”
Sanatın yaşamınızdan eksilmemesi dileğiyle mutlu bir hafta dilerim…

16 Aralık 2007 Pazar

Bir kez daha sobe :)


Efendim, bu hafta sevgili Sema nam-ı diğer Geveze kalem tarafından ikinci kez sobelenmiş bulunuyorum. Öncelikle şaşkınlığımı ve sonrasında yaşadıklarımı sizinle paylaşmak isterim.
Sevgili Mavi Mantar 'ın sobesi için hazırlıklarımı tamamlamış bloguma koymak için gün sayarken -bu arada kimleri sobelerim diye düşünüyordum-Geveze Kalem de karar kıldım, fakat bloguna girdiğimde zaten başkası tarafından sobelenmiş olduğunu gördüm : ) Yazısını okurken son cümlesine takıldı gözüm, zira aynı hafta içinde ikinci kere sobelendiğimi belirtiyordu bana. Hemen onu sobeleyenin adresine ulaşıp (kendimce) konunun farklı boyutlarını öğrenmeye çalıştım. İşte bu yazım sanırım yanlış adresten edindiğim bilginin ürünü : ) Yine hazırlanmış gün sayacaktım ki sevgili Sema her ihtimale karşı sobelendiğimi haber etmek için bana bir mesaj yazdı ve konuyu açıkladı. Sayamadım ama kaçıncı şaşırışımdır bu… Eyvah eyvah! Yazdıklarımla beklenilenler arasında en ufak bir benzerlik bile yoktu. Sevgili Sema konuyla ilgili o kadar güzel bir yazı hazırlamıştı ki sobesine layık olayım derken olayı unutup yanlış malzemelerle alakasız tarif hazırlamış acemi aşçı durumuna düşüvermiştim. Eğer kabul ederseniz acemi aşçı Aslı’nın belki ucundan da olsa tatmak isteyeceğiniz yemeği efendim : )

Ben küçükken; kâh elinde tarak aynanın karşısında şarkı söyleyen şarkıcı, kâh izlediği çizgi filmleri gerçek sanıp hayata geçirmeye çalışan hayalperest birisiydim. Hiç unutmam Tom ve Jerry çizgi filminde fare Jerry, Tom’un ateşini ölçerken ağzındaki derecenin altına çakmak tutup kırmızı ibrenin şişmesini sağlamıştı. Öyle mi öyle. Hemen ecza dolabından derece alınır ve çakmak çakılarak ibrenin şişmesi beklenir. O da ne? Yerde, eriyen camdan dökülen civalar, elinizde ucu erimiş bir derece mi var? Hiç panik yok… Yerdekiler toplanır, tekrar kutunun içine konur ve annenin sizi bulmaması için evin muhtelif köşelerinde sığınaklar araştırılmaya başlanır.

Aslında ben; “herkes” değilim, "insan” değilim, “bayan” değilim. Nesin peki diyorsanız alın işte… İnsan olan şunu yapar, herkes öyle yapıyor sen niye böylesin diye çekişirler ya… Yapmıyorum işte yapmıyorum çünkü ben insan değilim, herkes yapıyorsa ben farklı olayım yap-mı-yo-rum… Bayan değilim, baymıyorum ya; yoksa bayıyor muyum, neyse kısa keseyim…

İlk kopyam hangisiydi hatırlamıyorum ama kendimi bu konuda ilk rezil edişimi paylaşayım sizlerle. Küçük bir kâğıda çıkması muhtemel 5 sorunun formülünü nakış gibi işlemiştim. Minik ama muntazam harfli kâğıt, sınav günü iğnesi bile belli olmayacak şekilde eteğimin iç tarafına tutturulmuştu. Sınav kâğıtları dağıtıldı. Toplam 5 soru vardı ve 3 sorunun formülü eteğimin iç kısmında beni bekliyordu. Mutluluğumu anlatamam zira fizik sınavları birçok sözelci gibi benim de kâbusumdu. Sorun şu ki sınav esnasında silgiyi kullanmak bile öğretmenimizin dikkatini çekmeye yetiyordu, nasıl yapsam da eteğin ucunu çevirsem diye düşünürken kıvrak bir hareketle kopya kâğıdımla yüzyüze geldim. İyi de bu kopya kâğıdı neden amuda kalkmıştı, yazılar neden ters ters bakıyordu yüzüme :( sırası mıydı şimdi ya… İğneledikten sonra neden kontrol etmez ki insan…

En saçma huyum; saçmalayışım : )

Bence cep telefonu; mutasyona uğramış bir yaşam elemanı. Eskiden sadece“Alo” demek için kullanılırken şimdi o kadar çok kullanılma şekli var ki: “Çekiyorum gülümseyinnn”, “Şu şarkıyı hangi dosyaya yükledin canım?”, “2 dakika msn’ime bakabilir miyim”, “Hangi radyoyu açsam acaba?” Yahu biz eskiden nasıl yaşıyorduk cep telefonu olmadan…

Aşk bence; yaşanır, anlatılmaz…

Sevdiğim bloglar; keşfedebildiklerim tabiî ki… İçinde emek olan herşey güzeldir ve güzel olanı seviyorum ben…

Selencim, küçükken seninle sobe oyunu oynamış mıydık? Yahu içimiz dışımız çocukluk bizim : ) Bu sefer seni sobeliyorum canım…

15 Aralık 2007 Cumartesi

Sobelendim :)


Bu hafta hangi konuyu ele alsam diye zihnimde oylama işlemini sürdürürken Mavi Mantar ’ın beni sobelemiş olduğunu öğrendim. Daha önce bloglardan takip ediyordum bu oyunu. Şimdi yazma sırası bana mı geldi? Yaşasın, şımarmak istiyorum!! Hemen eleğimi alıp üstüne bütün özelliklerimi koydum ve başladım elemeye… En nihayetinde eleğin üstünde kalan beni ben yapan taneciklerden 7 tanesini sizlere sunuyorum. Merak edenler için işte bendenizin tanecikleri pardon yani gerçekleri…

İlk sıraya koyacağım gerçeğim tabii ki İstanbul sevdam… Kays Leyla’ya kavuşamamış mecnun olmuş, Ferhat Şirin’e kavuşamamış aşkları efsane olmuş… Benimkisi ise İstanbul’a kavuşamamak… Laf olsun diye sorana cevabım hep “boşver” olmuş.

2 numaralı gerçeğim; çocukluğumun da sıkıntısı“kilo alamama” problemi. Lütfen bunun neresi problem demeyin. Çocukken dışarı çıkacağım günlerde annemin vatkalarını belimin sağ ve sol yanına tutturup pantolonumun düşmesini engellemeye çalışmamın hiç de iyi tarafı yoktu; yazları o kavurucu sıcakta içime kalın çoraplar giyip dolgun bacak imajı vermeye çalışmamın isilik çıkartmama neden olması gibi… O yüzden reyonlarda seçtiğim kıyafetlerin üstüme dar gelmesi ve bir beden büyüğünü isteme durumum hâlâ mutlu eden gerçeklerimden bir tanesidir…

Tam bir hayvan delisiyim. Kedi, köpek, papağan, balık, muhabbet kuşu, hamster, ördek, civciv, kaplumbağa, salyangoz, serçe, kumru… Elime ne geçerse beslemek isterim. Bu huyum yüzünden mart kedilerinin acıklı(?) sesini duyunca elimde bir kap yemekle gece yarıları kendimi çoook sokak ortasında bulmuşumdur…

İkizler burcuyum. İçimdeki bütün Aslıları bir araya toplayıp işe yoğunlaşmam o kadar zor ki… Bir tanesi oturmaya yeltenirken birisi yeni şeyler keşfetmek ister, bir tanesi uyumak üzereyken diğeri kolundan tutup sokağa sürükler… Yaramaz çocuklarım benim…

Kitaplar… Onlarsız hayat düşünemiyorum. Bu tutkumun en hassas noktaları “Şeker Portakalı” ve geçen gün bitirdiğim Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sıdır. Okumadıysanız şiddetle tavsiye ediyorum.

Şiirlerim… Evvelden, trilyoner olsam bir kuruşuyla gidip şiir kitabı almam diyordum. Şimdi 250’ye yaklaşan sayılarıyla hepsi benim birer tutkum, umudum, özlemim oldular…

7. Veteriner ve ressam... Çocukluğumdan üniversite yıllarına kadar olmak istediğim 2 meslek adı… Ama hayat rüzgârı o kadar farklı biçimde esiyor ki sığınmak istediğiniz her liman arzularınızı çırılçıplak üşütüyor. Siz siz olun çocuğunuzun yüreğine, kendi doğrularınız yüzünden “uhde tohumları” ekmeyin… Sadece destekleyin…

7 maddelik gerçeğimle karşınızdaydım efendim. Şimdi oyun kuralı gereği benim de birilerini sobelemem gerekiyor değil mi? Oooo piti piti karamela sepeti terazi lastik jimnastik… Hu huu Tütü, Punto ebe ebe sobeeeee…

9 Aralık 2007 Pazar

Geçmiş zaman olur ki - 2

“Haydi hep birlikte biz biz olalım yemeklerden önce lavaboya koşalım, haftada 1 kez tırnakları keselim fırçalayıp onları tertemiz olalım…” Televizyonlarda kirlenmenin henüz yaşanmadığı yıllarda çocuklara temizlik alışkanlığı kazandırmak için hazırlanmış bir slogandı bu… Merak edenler ve yaşanmışlıkları tekrar günışığına çıkarmak isteyenler için turumuza devam edelim. Ne demekti 80’li yıllar?

80’li yıllar; bakkalların gıda piyasasının kralı olması demekti.
Mahallenin bütün konularına hakim, daha siz içeri girer girmez sıcak bir gülümsemeyle karşılayan, kendi veresiye defterinin matematikçisiydi bakkal amcalar. Vita ve Neba yağları, Taç ve Badem Kraker, Pembo, Çokomel, Çokoprens, Tombi mısır çerezi aklıma gelen fakat raflarda göremediğim ürünler artık. Alaska Frigo dondurmaaa… Mahalle arasında satılan dondurmalar sektör bu kadar gelişmemişken ne kadar lezzetli gelirdi bize. Sağlık yönünden her zaman eksi not aldılar ama sonuçta hepsi bizim vazgeçilmez damak zevkimizdi.

80’li yıllar; gazinolardaki meşrubatların soğuk su dolu havuz içinde bekletilmesi demekti.
Tahtadan iskemle ve masalı, fıskiyeli havuzlu çay bahçeleri; horoz şekeri, balon ve yoyo satıcıları gezinti mekânlarının vazgeçilmezleriydi.
80’li yıllar; domatesi domates, çileği çilek gibi yemek demekti.
Artık tezgâhlar elimize aldığımız zaman ziyadesiyle tok ama lezzetsiz sebze meyvelerle dolu… Patlıcan kalınlığındaki salatalıklar, dört parmak büyüklüğündeki çilekler, birbirinin tıpkısı biberler piyasayı sarmadan önce her mahsulü mevsiminde, tadında ve büyüklüğünde yerdik biz…

80’li yıllar; siyah önlüklü beyaz yakalı öğrenciler dönemi demekti…
Yaza doğru o rengin altında kavrulmak -hele ki benim dönemimde orta 3’e kadardı bu sistem- tam bir işkenceydi. Cin Ali ve Ayşegül kitapları her öğrencinin hayatından geçmiştir o dönem. Bir de okulun kapanmasına yakın bütün sınıfta hatıra defterlerine birşeyler yazdırma telaşı yaşanırdı bilmem hâlâ devam ediyor mu bu gelenek? “Bana kalbin kadar temiz sayfayı ayırdığın için…” Böyle başlardı paragraf çoğunlukla.

80’li yıllar demek; gönül rahatlığıyla sokakta oyun oynayabilmek, kol altına kıstırılan topla okul bahçesine gidebilmek demekti…
İp atlamak, seksek, yakan top, istop, dokuz kiremit… Hele hele sinek ilacı yapan araçların arkasından koşarak o dumanda saklambaç oyunu oynamak ne büyük bir keyifti… Halkası ayak bileğine geçirilen ve o halkaya bağlı ipin ucundaki topu çevirirken üstünden atlanılan basit ama kıymetli oyuncaklar… Ve tabi ki uçurtmalar… Elektrik telleri örümcek ağı gibi her yanı kaplamamışken ne de güzel salınırlardı gökyüzünde…

Evet… Bütün bunları mümkün olduğunca kıyaslama yapmadan hatırlatmaya çalıştım sizlere. Her zamanın kendine has özellikleri ve gereksinimleri var mutlaka ama şu bir gerçek ki seksenler, sahip olduklarımızın değerini kendiliğinden öğrenmemizi sağlayan yıllardı. Belki teknolojik gelişmeler, belki kültürel değişimler bir de yeni nesile her imkânı sağlama çalışmaları bu büyünün kaybolmasına neden olmuş olabilir. Sonuçta büyük bir çoğunluğun kabul ettiği; 80’lerin hem mütevazı hem mutlu olunan son çocukluk yılları olarak anılacağı gerçeğidir…

Düşünceli bir gülümsemeyle…

Bilim adamı olmak...


Bilgiye ulaşmak günümüzde çok kolay çünkü çağın en büyük teknolojik yeniliği “İnternet” bütün yükümüzü azaltmakta. Buna rağmen bilgiye ulaştıktan sonra onun insan beyninde en mükemmel şekilde yoğrulup, yeni bilgilerle desteklenmesi ve insanlığa hizmet edecek biçimde aydınlatıcı bir özellik kazanması hala çok uzun bir süreç gerektirmekte. Bilim adamı ise tüm bu anlatılan işi meslek edinmiş; deneysel bilgiyi bizlere ulaştıran, toplumu bir adım öne taşıyan ve hayatını bu uğurda çok da yaşayamamış kişi tanımındadır.

Engin Arık da böyle bir bilim adamıydı. Tüm hayatını bilime adamış, öğrencilerine bilimin ışığında örnek olmuş ve yol göstermiş çok değerli bir profesör, aydın bir insandı. Yokluğunun sadece ülkemiz ve onun sevenleri için değil bilim adına da çok önemli bir kayıp olduğunu biliyoruz. Kasım ayının sonunda meydana gelen trajik uçak kazasında yitirdiğimiz onlarca insanımızdan birisiydi o da. Kazanın ardından yapılan açıklamaları ve yorumları, kara kutuların henüz açıklanmaması ışığında düşündükçe birtakım iddiaların da gerçek olma ihtimalinin belirmesi üzüntü ve dehşet verici. Engin Arık ülkemizin en önemli fizikçilerinden birisiydi ve bu konuda araştırmaları tüm Türkiye’de önemli incelemeler arasında gösteriliyordu. Ama en dikkat çekici nokta; ülkemizin dünyada en büyük toryum rezervlerine sahip olması (800 bin ton) ve kazada ölen Engin Arık’ın böylesi zengin kaynak için çok önemli bir projeye imza attığının bilinmesidir. Son günlerde basında yazılan komplo teorilerinden biri de bu önemli projeler yüzünden uçağın düşüşünün sabotaj olma ihtimalidir. Bu ihtimalin gerçek olma fikri bile korkunç ve sinir bozucu.

Ülkemizde son 15–20 yıldır nasıl ve neden öldürüldüğü belirlenemeyen, öldürenlerinin yakalanamadığı o kadar çok trajik olay yaşıyor ve bir o kadar değerli insanımızı, aydınımızı yitiriyoruz ki… Bu kazada da böyle bir sonucun çıkartılması şaşırtıcı gelmiyor aslına bakarsanız. Dikkati çeken bir diğer nokta da kara kutu incelemelerinin halen ülkemizde yapılamıyor olması. Bu teknoloji ne zaman gelir bilinmez ama yokluğunun da istismara neden olabileceği gün gibi ortada. Umarız Engin Arık böyle bir sabotaja kurban gitmemiş olsun yoksa yine bir kara leke daha kalacak hepimizin alnında…

Bilim ışığının bir daha sönmemesi dileğiyle…

2 Aralık 2007 Pazar

Geçmiş zaman olur ki - 1

Ne zaman teknolojik gelişmelerden başım dönse kendimi geçmiş yıllar turunda buluyorum ve turlama zamanı ne kadar uzun olursa o kadar mutlu ve zihnen dinlenmiş hissediyorum. Geçenlerde elime aldığım bilgisayar dergisi beni yine böylesi bir yolculuğa çıkardı. Paylaşayım sizinle…

Ben 80’li yıllar diye tabir edilen zamanı yaşayan şanslı insanlardan biriyim. Şanslıyım diyorum çünkü bana göre yokluk ve varlık kavramlarının birbirine kardeş olduğu son yıllardı o yıllar. Şimdiki zamanda sahip olduğumuz bütün sıradanlıklar o yıllarda birer lükstü bizim için… En basiti şimdilerdeki “LCD” ekran, bilmem kaç “piksel” kavramlı televizyonlar o zamanlar konulduğu yerden kaldırmaya cesaret isteyen davul ekrandan, kanal değiştirme işinin bizzat üzerinden uygulandığı düğmelerden ibaretti. TRT’nin, kesilen yayın akışında ekrana koyduğu tek karelik manzara olayı, gece saat 12 de bayrak töreni ve birçokların hazır ol da İstiklal Marşı’na eşlik edişi, yayının bitmesiyle birlikte kulakları tırmalayan tiz bir sesin duyulması bu işin ayrıntılarıydı sadece. Sonra neler mi vardı o yıllarda haydi, beraber turlayalım…

Mesela o zamanlar ödediğimiz vergilerin bize yol, su, elektrik olarak geri döneceğinin anlatıldığı fiş almaya teşvik edici reklâmlar vardı. Ayşegül ve Ali Atik’in oynadığı bir alışveriş bir fiş; "Bakkal amca bakkal amca bana bir kalem bir pergel bir de çikolata verir misin?" diyen Eroool’un unutulmaz skeçleri… - O yılları yaşayanlar eminim daha birçok program ismi hatırlayacaktır- Özal’ın dolma kalemini gözümüze batırır gibi anlattığı İcraatın İçinden klasiği, S. Cumhur Önal’ın Müzik Yelpazesi, Adile Naşit’li Uykudan Önce, Bu Toprağın Sesi, Taş Plaktan Bugüne, Bir Başka Gece, Pazar Konseri, Susam Sokağı programları… Altın Kızlar, Mavi Ay, Webster, Kara Şimşek, Ziyaretçiler dizileri… Clementine, Çiçek Kız Lulu, Kalimero, Hayalet Avcıları çizgi filmleri… O yıllarda televizyon sahiplerinin lüksü sayılan “VHS” “BETA” videolar ve onların 400 sayfalık kitap kalınlığındaki kasetleri… Televizyon konserlerini altındaki kareleri bantlanarak kapatılmış kasetlere çekme ve o arada odaya girenleri telaşla parmak-dudak işaretiyle susturma durumları…

Süpürme amaçlı gırgırlar, şanzımanlı çamaşır makineleri, üstten çevirmeli telefonlar zamanaşımından kurtulamayan aklıma gelmiş diğer emektarlar… Velhasıl bu liste böyle uzayıp gider.Aslında yazacak o kadar çok konu başlığı var ki… Tek cümleyle de geçiştirmek istemiyorum. Sanırım en makulü, o yıllarda yaşayıp da unutamadığım reklâm anımla bu haftaki yazıma nokta koymak ve aklıma düşenleri haftaya sizlerle paylaşmak olacak…

Efendim; hayal gücümün zirve yaptığı dönemlerde bulaşık deterjanları plastik kâselerin içinde satışa sunulurdu. Bahsedeceğim o parmak çalacak kadar koyu kıvamlı jelin, kapağını açınca içinden yeşil bir ışık huzmesinin yukarıya yükseldiği reklâm filmi oynardı televizyonda. Reklâm anonsu da “Yakalayın yeşil ışığı, hesaplı parlak bulaşığı”ydı, izleyenler hatırlar. Bir gün annem alışveriş esnasında ısrarlarıma dayanamayarak bu deterjandan bir kutu almak zorunda kalmıştı. [Çocukların deterjan merakı o yaşlarda ortaya çıkıyor ne de olsa, ses çıkarmaması bundan sanırım :)] Eve geldiğimiz gibi ben hemen poşetlerin içinden kâseyi bulup tezgâhın üzerine koymuştum. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Niyetim kapağın kenarını dikkatlice aralayıp yeşil ışığı bir tarafa kaçırmadan biraz görebilmekti. Tabi kapağı açtıkça ortaya çıkan yeşil ışık falan değil sadece koyu kıvamlı, şeffaf, “yeşil” jel olmuştu. Bu nasıl bir hayal kırıklığıdır tarif edemem size, daha o yaşta bütün kaynar sular başımdan aşağı dökülmüştü… Bu niye benim başıma gelmişti sanki. Onca kâse içinden neden ışığı kaçmış deterjanı almıştım ki raftan…

Kaz Dağı'na yolculuk...


Kaz Dağı; mitolojik efsanelere göre İda Dağı, Ege ile Marmara’yı birbirinden ayıran dünyanın en büyük 2.oksijen kaynağı olarak bilinen doğal varlıklarımızdandır. Homeros’un İlyadası’nda bahsettiği İda Dağı; dünyanın ilk güzellik yarışmasının da yapıldığı yer olarak bilinir ve “Bin pınarlı vahşi hayvanlar anası” olarak tanımlanır. Edremit, Akçay ve Altınoluk yöreleri bu buz gibi suları içme suyu olarak kullanır. Bu suların ne kadar berrak olduğu ve şifalı etki gösterdiği yöre halkı tarafından da belirtilmektedir. Hasan Boğuldu, Sarıkız ve İlyada efsaneleriyle yıllarca dilden dile anlatıla gelen bu güzelim dağların altın yüzünden delik deşik edilmesi herkesi olduğu gibi beni de derinden etkiliyor. O buz gibi sularda yüzen ve doğanın bin bir çeşit renk cümbüşünü izlemeye doyamayan biri olarak bu katliamdan bir an önce vazgeçilmesini istiyorum. Tertemiz sularında canlıların barındığı ve hayat bulduğu bu muhteşem güzelliğin kirletilmesi kahrediyor insanı…

Çevre köyler, sivil toplum örgütleri ve basın ayaklanmış olsa da bu gayretler ve tepkilerin yeterli olduğunu söylemek zor. Şu anda bütün Türkiye bu konudan haberdar ancak gündemi yine içi boş haberlerle doldurarak bu konunun unutturulmaya çalışıldığı apaçık görülüyor. Şimdilik spordaki başarılar gündemde ancak yakın bir zamanda içecek temiz bir damla suyumuz da elimizden alınırsa ben de bu yörede yaşayan biri olarak bu kirlenmeden nasibi alacağımı iyi biliyorum. Zaten elimizde bir hava bir de suyumuz kaldı onu da alırsanız bu topraklarda binlerce yıl yaşamış tüm uygarlıklar ve bizler hakkımızı helal etmeyeceğiz ve sonuna kadar direneceğiz... Çünkü hayat altından daha değerlidir...

Sevgiyle kalın…